Çoktan hava kararmış, koskoca binada ondan başka kimse kalmamıştı. Diğer binadan çalışan dokuma tezgâhlarının sesi geliyordu kulağına. Bu fabrikayı ilk inşasına başladığında diktiği çam ağacına gözü takıldı. Yıllar ne çabuk geçmişti. Çam ağacı gibi şirketi de büyümüş, yüzlerce kişinin ekmek kapısı olmuştu. Çalışkan, tuttuğunu koparan, asla vazgeçmeyen bir yapısı vardı. Hayatı hep mücadele ile geçmişti. Kendi kendine mırıldandı “Nereden nereye…”. Konuşmayı severdi, yakın gördüklerine tırnaklarıyla kazıyarak bugünlere geldiğini anlatırdı. Çayından bir yudum aldı, soğumuştu, zaten bayatlamıştı da. Koltuğuna yaslandı, çıkmadan son bir kez daha raporlara ve maliyet tablolarına baktı, “Keyfimden değil, işin getirdiği koşullardan dolayı yapmam gerekiyor.” dedi kendine…
Evet, bu onun başarı hikâyesiydi, ince cılız bir fidandan kalın gövdeli bir ağaca dönüşen bir hikâye. Bu şehre geldiklerinde kalacak evleri yoktu, bir akrabalarının yanına yerleşmişlerdi. Daha ilkokula gidiyordu. Bir an evvel kendi evlerine taşınmak zorundaydılar. O yüzden okuldan çıkar çıkmaz bir çay ocağında bulaşıkçılık yapmaya başlamıştı. Haftalığını alır almaz koşarak eve gelir ve hemen annesine verirdi.
Daha çok çalışmalıydı, mahalleden bir büyüğünün tavsiyesiyle simit de satacaktı artık. Sabah erken kalkıp koşarak simit almaya gidiyor, soğumadan onları evlerine yakın fabrikanın gece mesaisinden çıkan çalışanlara yetiştiriyordu. Yarım saat bile sürmeden bütün simitleri satıyor sonrada koştura koştura okuluna gidiyordu.
Nihayet babası evin duvarlarını tamamlamış ve üstünü kapatmıştı. Sıvası, pencereleri yoktu ama herkes mutluluktan uçuyordu çünkü kendi evlerine taşınıyorlardı.
Yıllar hızlıca gelip geçiyor, artık ortaokulu bitirmişti. Bir kumaş toptancısında tezgâhtarlık yapmaya başlamıştı. Sürekli patronun gözünün içine bakar, o daha demeden onun ne istediğini anlardı. İşi öğrenmeye o kadar meraklıydı ki. Bütün ilgisi patronun müşterisi ile nasıl konuştuğuna, nasıl pazarlık yaptığındaydı. Dükkânı sabah erkenden açar, kimse yokken kendi kendine müşteri varmış gibi konuşur, prova yapardı. Patron çıkmadan da saat kaç olursa olsun çıkmaz, en son o dükkânı kilitler ve çıkardı.
Askerden geldikten sonra yine aynı iş yerinde işe başladı. Artık patronu yerine kendisi müşterilerle ilgileniyor, pazarlık yapıyor, mal satıyordu. Kendi işini yapmalıydı, patronuna bundan bahsettiğinde onun da desteğini aldı. Ondan aldığı kumaşları diğer küçük şehirlerde perakendecilere kapı kapı dolaşıp satacaktı. Sattı da, ağzı iyi laf yapardı ve yalan söylemezdi. Kısa zamanda insanların güvenini kazanmış, kendini sevdirmeyi başarmıştı. Siparişler geldikçe geliyordu, oradan oraya koşturup duruyordu.
İşler büyümüş, kardeşini de artık yanına almıştı. Kardeşi satarken kendisi de ikinci el aldıkları tezgâhlarda kumaş üretmeye başlamışlardı. Üç, altı, on beş derken otuz tane tezgâhı olan bir fabrikaydılar artık. Ama daha fazlası olmalıydı, daha fazlası, daha fazlası… Hep kendinden daha büyük fabrikaları olan komşularına ya da rakiplerine özeniyordu, onları geçmeli ya da en azından geride kalmamalıydı. Bunun için borçlanmaya başlamıştı artık.
Borçları o kadar fazlaydı ki, ama nede olsa borç yiğidin kamçısıydı. İşler nasılsa çok iyi gidiyor, Onbeş onaltı ayda bütün borçlarını bitireceğini hesaplamıştı. Bunları da bitireyim biraz ara vereceğim, yatırım yapmayacağım diyordu hep. Nasıl oluyorsa kendini yine ya arsa, ya ev ya da yatırım için borçlanmış olarak buluyordu.
“Nasıl olsa alacaklarım borçlarımı öder. Sonuçta borcumuz varsa alacağımız da var, karşılığı var nasıl olsa.” derdi. Salgın hastalık yayılmaya başlayınca işler bıçak gibi kesilmiş, alacaklarını alamaz hale gelmişti. Borçları yüzünden bankalar akbabalar gibi üzerinde süzülmeye başlamıştı.
O kadar alacak ile az olduğunu zannettiği borçlarını ödeyemiyordu. Uykusuz geceler, sürekli bir baş ağrısı… Dişlerini farkında olmadan o kadar sıkıyordu ki gerginliğinden. Bir süre sonra diş ağrısına dayanamayıp bir diş hekimine gitti, iki azı dişi çatlamıştı. Hekim ne iş yaptığını sordu, “Bizim iş böyle işte, zor zamanlar geçiriyorum.” dedi. Hâlbuki aynı işi yıllardır yapıyordu ve hiç bunları yaşamamıştı. Zor zamanları elbette olmuştu ama bu kez farklıydı.
Vücudu zayıf düşmüş salgın hastalık ona da bulaşmıştı. Genç ve güçlüydü ne de olsa atlatırım diye düşündü. Ama her geçen gün daha da kötüye gidiyordu durumu. Ve en sonunda artık hastaneye yatmak zorunda kalmıştı. Yoğun bakımda tek başınaydı, kimse ile görüşemiyordu. Ne malı ne parası ne çocukları, akrabaları, hiçbiri bir fayda sağlayamıyordu.
Neden bu hallere düşmüştü, nerede yanlış yapmıştı. Tek başınaydı, yüksek ateş yüzünden sürekli kâbuslar görüyordu. Alacaklar, verecekler, hacizler… Karabasan gibi üstüne çöküyor, geceler uzadıkça uzuyordu. Sabahın olmasını beklerken sürekli kendiyle hesaplaşıyor, nasıl bu duruma gelebildiğini anlamaya çalışıyordu. “Hepsi boş, yıllardır yapıp ettiklerimle kendime eziyet etmişim.” diye mırıldandı. "Evet, evet ben bunlar için bu Dünya’ya gelmedim. Başkaları büyüyor diye onlarla anlamsız bir yarışa girdim. Şu halime bak, kazandıklarım ya da kazandığımı zannettiklerim beni ne hale getirdi.” diye sayıklayıp duruyordu.
İyileşebilirse artık eskisi gibi olmayacaktı hiçbir şey. Hep çıkmaya niyetlenip bir türlü çıkamadığı o tatile gidecekti. Ailesiyle birlikte bir tatile dahi çıkmamıştı bu yaşına kadar. Onun için varsa yoksa işiydi. Onsuz olamayacağını zannediyordu, işler aksar, hata yaparlar diye düşünürdü. Kimseciklere bırakamazdı bir fidan gibi besleyip büyüttüğü işini. Ama artık akıllanmıştı, “Çıkmadım da ne oldu, bak şu haline” camdaki yansımasıyla konuşuyor, eski kendisinden hesap soruyordu sanki. Ne de olsa artık başka biri olacaktı, yapayalnız geçirilen saatler onu bambaşka biri yapmıştı.
Doktorlar, tetkikler derken durumu yavaş yavaş düzelmeye başlamıştı. Üç haftalık zor zamanların ardından nihayet o gün gelmişti, artık taburcu oluyordu. Evde bir süre daha istirahat etmesi gerekiyordu. Zaten kendisini hala güçsüz hissediyordu, ama artık telefonla işleri yönetebiliyordu. Çocuklarıyla vakit geçiriyor, tatil planı bile yapıyordu, daha fazla ertelenemezdi, havalar ısınınca hemen çıkılacaktı. Orası mı olsun, burası mı olsun derken bir yerde kararlarını verdiler. Küçük kızı, “Kaç gün yatacağız, kalkacağız?” diye sordu babasına. Bu soru için çok erkendi, yanağından bir makas aldı, “Var daha kızım.” dedi.
Güçlü hissediyordu artık kendini, gidebilirdi göz bebeği fabrikasına. Bir daha göremeyeceğini düşündüğü bile olmuştu hastalığın en ağır zamanlarında. Özlemişti, tezgâhların sesini, pamuk ipliğinin kokusunu, kumaşlara dokunmayı…
2 ay sonra
Evden çıkmak üzereyken küçük kızı arkasından seslendi, “Baba kaç gün kaldı?”, “Tamam kızım, annene sor, geç kalıyorum” diye geçiştirdi. Yurtdışından çok büyük bir firmanın alım heyeti ile görüşmesi vardı. Bu işi alabilirse, ilaç gibi gelecekti uzun durgunluğun ardından. Zorlu geçen pazarlıklardan bir sonuç çıkmamıştı. Süre istedi, maliyetlerini tekrar bir hesap edecekti. Verilen fiyat maliyetin çok az üzerindeydi, para kazandırıyordu ama en ufak hatada bütün kârını alıp götürüyordu. Bu işte o kadar hata da mutlaka oluyordu. Haftaya aynı gün ve saatte son toplantıyı yapmak için sözleştiler.
Eve geldiğinde, geçiştirdiği sorunun sahibi bacağına sarıldı, “Baba kaç gün yatacağız, kalkacağız?” İçi cız etti, “Ne yaptım ben?” dedi içinden. Haftaya tatile gidiyorlardı ama son görüşme… Değiştirmesi mümkün değildi, o zaman tatile bir sonraki hafta çıkarız dedi, kaçmıyordu tatil sonuçta. Herkesin canı sıkılmıştı o akşam, kimse konuşmadı yemekte, ama babaları ne derse oydu. Annesi küçük kızı bir şekilde ikna etmişti, ama gideceklerdi neticede.
Saatler süren pazarlıklar neticesinde sonunda anlaşmışlardı. Kâr düşük olsa da sipariş çok büyüktü. Şimdi çalışma zamanıydı, daha çok çalışmalıydı. Yöneticileriyle toplandılar, zaman kısıtlı, sermayeleri ve makine sayıları bu siparişi ve sonra gelmesini umdukları siparişleri karşılamak için yetersizdi. Peki, nasıl aşacaklardı bu sorunları?
Cevap çok basitti, hemen “Bir daha asla işim olmaz.” dediği bankalarla temasa geçildi, görüşmeler başlatıldı. Yeni yatırım yapmak zorundaydı, ama bu zorunlu bir yatırımdı neticede. “Keyfimden değil, işin getirdiği koşullardan dolayı yapmam gerekiyor.” dedi kendine. İkna etmesi gerekiyordu kendini, ders çıkarmıştı güya yaşadıklarından. O akşam geç saatlere kadar çalışmış, maliyet hesapları, raporlar… O eve vardığında küçük kızı çoktan uyumuştu. Eşi ne zaman gideceklerini sordu. “Şimdi sırası değil çok zor bir gündü.” deyip sırtını döndü, gözlerini kapattı ve kaldığı yerden devam etti almaya, satmaya, yeni ve daha büyük fabrikasının hayalini kurmaya…
Aslında çözüm diye sarıldıklarımız...
İnsan nasıl oluyor da isteklerine kılıf uyduruyor? Bir daha yapmam dediklerini nasıl tekrar yapar hale geliyor? İnsan amacını unutunca kuru bir yaprak gibi savruluyor hayatın koşuşturması içerisinde. Mutluluk ve başarı için yaptıkları onu daha mutsuz ve başarısız yapıyor. Peki ya çözüm zannettiklerimiz aslında problemin ta kendisi olabilir mi? Başarı zannettiğimiz kavramın başka bir anlamı olabilir mi? Para, ev, araba, eş, çocuk… Hayatımızın amacı olabilir mi?
Sorular, sorular, sorular. Sorular cevaplanmak ister. Peki ya cevaplar nerede? Cevaplar ve daha fazlası için Deneyimsel Tasarım Öğretisi Başarı Psikolojisi seminerine katılabilirsiniz. Detaylı bilgi için tıklayınız.
11 Yorumlar
Çok etkili bir yazı..
YanıtlaSil“çözüm diye sarıldığımız ya problemin kendisiyse..”
Başarı=Para girdabindan kurtulamadıkca insanin bu zamanda isi gerçekten çok zor.
YanıtlaSilŞuan çoğu insanın düştüğü durum ne de güzel özetlenmiş, keşke insan ders çıkartabilse…
YanıtlaSilİnsan hep kazandıklarına odaklanır aslında kaybettiklerine de odaklanmalıdır
YanıtlaSilEvet çok doğru söylemişsiniz.
Sil‘HÜSRAN’ ne büyük kelime
YanıtlaSilNasıl oluyorda insan kazandım derken kaybeden olabiliyor.
Sınav her daim devam ediyor, her dönemin sınavı başka unutmamak gerek. Kendini en güçlü hissettiğin anda bile sınanacaksın, belirsizlik gerçekten çok pahalı. Ve baskı anı aslında tüm belirsizliklerin ilacı, ne isen o sun kaçış yok.
Baskı anları gelinceye kadar öykülerimizi doğru dizayn etmek en değerlisi.
Keyifle okudum, emeği geçenlerden Allah razı olsun.
Çözüm sanılan şey problemin ta kendisi güzel bir yazı emeği geçenlerin ellerine sağlık
YanıtlaSilElinize sağlık yine ailelerin ders çıkartması gereken bir yazı...
YanıtlaSilÇözüm sandığımız problemin takendisiyse.. Çözüm marifetini kazandığımız zaman gerekli farkındalık düzeyiyle birlikte gerçek problemi tespit ederiz. Gerçek problem ve gerçek çözüm tek yumurta ikizi gibi yanyanadırlar. Gerçeği tespit ettiğimiz ve gerçeği yaşadığımız zaman bu hayatta başarılı oluruz.
YanıtlaSilİnsanın en büyük cahilliği kendi cahilliğini kabul etmeyişidir.
YanıtlaSilÇözüm zannettiklerimiz aslinda problemin kendisi olabilir mi?
YanıtlaSilZittinda bakmadığım bi yerden bakmamı sağladı tesekkurler:)
Kaleminize saglik